Hayreddin Soykan
Ne muslukçunun borular hakkında yazması, ne de avukatın
olaylar hakkında (kısa anlatımlar hariç) yazması gerekir.
Fakat ilmî araştırmanın, belki de meslekler arasında tek olarak;
ne yapıldığını, nasıl yapıldığını ve ondan neler öğrenildiğini
gösteren YAZILI BELGE temin etmesi gereklidir.
Robert A. Day
ANLAŞILIR, TESİRLİ VE GÜZEL YAZMAK
1. Yazmasak Olmaz mı?
Başlığımızdaki sorudan da anlaşılabileceği üzere, yazmanın gerekli olup olmadığı şeklinde belki ilk bakışta tuhaf gelebilecek fakat tamamen gerçek bir mesele vardır. Şöyle ki, “gerekli bir şey” olduğu dile getirilse dahi, fiiliyata baktığımızda, yazmanın birçoğumuz için aslında “o kadar da âcil olmayan” bir iş niteliği arzettiği görülür. İçten içe kaçındığımız, gerekli bulsak da başkalarına havâle ettiğimiz, yapmamak için kendimize daha öncelikli işler icad ettiğimiz, mazeretler bularak hep geciktirdiğimiz bir eylemdir sanki yazmak. Çalışmamızın son kısmında, yazmaya karşı bu genel soğukluğun muhtemel sebeblerini ve kimi çözüm yollarını, uzmanların kaleminden daha etraflıca göstermeye çalışacağız. Burada bu vesileyle dile getirmek istediğimiz husus şudur:
Şayet ilgili olduğumuz saha “ilim” veya “edebiyat” ise, üstelik bu ilgi bir “heves” olmanın ötesine geçmiş ve artık bir “ideal” veya “meslek” icâbı ilim ve edebiyatla ilgilenme vasfı kazanmışsa, diyebiliriz ki, mutlaka ve daima yazacaklar sınıfından olacağız artık biz. Bir diğer ifadeyle, şu veya bu tarzda yahud miktarda, ancak “bir ömür” yazacaklar sınıfından.
Tabiî bir de, “müebbed yazarlığa mahkûm” ilim ve edebiyat sınıfından ayrı olarak, yalnızca “sınırlı bir dönem” yazacak veya yazabilecek olanlarımız sözkonusudur ki, asıl çoğunluğu da bunlar oluşturur. “Yazmasa da olur” denilebilecek, yâni daimî yazarlık borcundan azâde olması mümkün olabilecek bu çoğunluğa biraz daha yakından bakmaya çalışalım.
Öncelikle, “muhtevâ” olarak yazıdan yazıya fark olduğu gibi, “yazma sebebleri” de kendi arasında nitelik, şiddet, müddet ve kıymet farkı belirtir. “Belli bir müddet” yazacak veya yazabilecek olanlar da bu bakımdan değişik özellikler arzederler. Çok zengin bir çeşitliliğin sözkonusu olduğu mezkûr topluluğu “vasat” ve “seçkin” örnekler tarzında kabaca iki kısımda misâllendirebiliriz:
“Vasat” örnekler… Her öğrenci, istese de istemese de yazmak zorundadır meselâ. Öğrencilik hayatı bittiğinde, isterse yazmayabileceği anlamına da gelebilir elbette bu… Mesleği sekreterlik olan kişinin basit notlar almak tarzında bile olsa mutlaka yazmakla mükellef olması gibi, kimileri de meslek icabı ve o meslekte olduğu sürece yazacaktır. Şu hâlde, mesleği yazmayı gerektirmeyen başka sayısız kişinin muhtemelen eline kalem bile almayabileceğini tahmin etmek zor değildir… Ayrıca, nefsî bir sevk dolayısıyla içinden yazma isteği gelen ve yazan kişiler de olacaktır. Bu kişiler, o psikolojik durum içinde bulundukları müddetçe yazacak, sözkonusu durumdan çıktıklarında ise, “mezun” öğrencilere benzer şekilde, belki ellerine kalem bile almayabileceklerdir.
“Seçkin” örneklere gelince… Aynen “vasat” örneklerdeki gibi yine “belli bir dönem”le sınırlı olarak yazabilecek, fakat yazması çok daha ulvî sebeblere dayananlarımız da olacaktır. Bizim nazarımızda bunlar, bir “ideal” için yaşayanlar, dinî veya ideolojik bir “dava” sahibi olanlar veya yaygınlaştırılması gereken yahud arzulanan “içtimaî bir hedef”i olanlardır. Bu kişiler, kendilerine emredildiği için, para kazanmaları buna bağlı olduğu için yahud nefslerini tatmin etmek istedikleri için değil, savundukları “şahıslar üstü” idealler, davalar veya hedefler gereği, lüzumlu gördükleri zaman ve zeminlerde yazmak isteyecekler ve o ân geldiğinde zaten bir şekilde yazacaklardır.
Ne var ki, böyle bir yazma arzu ve gerekliliği, bilhassa “kabiliyet” noktasından, her ideal, dava veya içtimaî hedef sahibi kişiyi kuşatmayabilir. Ne de olsa bir davaya başka yollardan “hizmet” de mümkündür. Ancak, “kabiliyetli” olanları bunun dışında tutmak gerekir. Çünkü idealist zümre arasında olup da eli kalem tutan böylelerinin, hernekadar bir ömür yazmasalar da, ahlâkî ve ideolojik bakımdan, üstelik ertelenemez bir vazife hâlinde, kısacası “gerekeni gerektiği yerde yapma” dairesinde, hayatlarının belli dönemlerinde mutlaka yazmakla mükellef olacakları izahtan vârestedir. Bu çerçevede yazmak, insanlık için duyulan bir “merhamet” ifadesi; yazılan her yazı da, insanlığın hayrı ve sıhhati için bir “merhem” misâlidir. Eli kalem tuttuğu hâlde yazmazlıkla bir çeşit gaddarlık, bu mânâda ve kimi zaman içiçedir.
Toparlarsak, “vasat” ve “seçkin” örnekler hâlinde sözünü ettiğimiz bu insanlar, hayatlarının bir döneminde yazacak veya yazabilecek, başka dönemlerinde ise belki hiç yazmayabilecek kişilerdir.
Lâkin, daha önce belirttiğimiz gibi, bir diğer sınıf daha mevcuddur ki, bunlar “mutlaka” yazacak, “daima” yazacaktır. “Yazmasak olmaz mı?” sorusunu hiçbir zaman soramayacak, ola ki sorduklarında her zaman “hayır” cevabı alabilecek olanlardır bunlar. Hattâ, bir annenin çocuğu için yaşaması gibi, bu insanların varlık sebebi de, kaleme alacakları –doğuracakları- eserler olacaktır. İşte mutlaka ve daima yazmakla mükellef olduklarını vurguladığımız bu sınıf, başta sözünü ettiğimiz “ilim” ve “edebiyat” erbâbından başkası değildir.
Robert A. Day, yazmaya “müebbed” mahkûm ve mecbur bu sınıfı, “ilim” erbâbı merkezinde şöyle çerçeveliyor (“edebiyatçı”ların niçin daima ve mutlaka yazacağını ele almayı ise, ehline yâni konunun uzmanlarına ve bizzat edebiyatçılara bırakıyoruz):
– «İlmî araştırmanın gayesi, YAYINDIR. (…) İlim adamları, esas olarak, ne laboratuvar işlerindeki akıl ve çabukluklarıyla ne de genel veya özel ilmî konulardaki kabiliyetleriyle ölçülürler. Sempatiklikleri veya zekâlarıyla hiç değil. Onlar, YAYINLARIYLA değerlendirilir ve bilinirler; veya bilinmeden kalırlar.
İlmî bir tecrübe-deney, sonuçları ne kadar göz kamaştırıcı olursa olsun, bu sonuçlar yayınlanıncaya kadar tamamlanmış değildir. Aslında, bilim felsefesinin anahtar taşı, orijinal araştırmanın yayınlanması gerektiği temel kabûlüdür. Yeni bilgiler, sadece bu şekilde gerçeklik kazanır ve mevcud veri tabanına eklenerek ilmî bilgi adını alır.» (Day, 2000: XV, vurgular bize âid)
İlim, temelden tavana inşâ edilen “kalıcı” bir bina olarak düşünülürse, ister zaman zaman o binanın muhtelif köşelerinde “yıkıp yeniden yapma” şeklinde tadilatlar yapılsın, ister belli bir bölüm “ucu açık” bırakılsın, isterse inşâsı sonraya bırakılsın, neticede bu binaya kendi tuğlasını ekleyecek her ilim erbâbının, en başta karşısında “bütün” bir bina (ilmî literatür) görmesi, yâni Amerika’yı yeniden keşfetmesine gerek bırakmayacak şekilde, daha önce kimin ne yaptığını bilmesi ve araştırabilmesi, demek ki kendi ekleyeceği tuğlanın da başkalarınca bilinmesini temin etmesi –yazması- gerekir.
İlim binası veya ilim dünyası, her arının kendi peteğini diğer arıların çalışmalarıyla koordinasyon hâlinde ve âhenkli biçimde balla doldurduğu bir “arı kovanı”na benzetilebilir. Bir “arı kovanı”nda nasıl vazifeler, hiyerarşi, peteklerin geometrisi, balın mahiyeti gibi unsurlar belliyse, “ilim kovanı” da çoğunlukla böyledir, bunu andırır. Açıkçası, edebiyatçının nisbî bağımsızlığından farklı olarak, ilim dünyasında keyfîliğe, kendi kurallarını kendisinin tâyinine, vazifelerin savsaklanmasına genel çerçevede müsaade edilmez. Araştırmalarının vardığı neticeleri “yazıya geçirmek” de, işte böylesi sâbit kabul veya kuralların başta gelenlerindendir.
“Yazı” sâyesinde ilim adamı, hem başkalarının eserini kendisine “hazır” temel veya malzeme kılabilecek, hem de başkalarının yaptıklarındaki doğruları tahkik edebileceği gibi, varsa onların eksik veya yanlışlarını da görebilecektir. Ama aynı zamanda, o nasıl başkalarını kontrol edebiliyorsa, başkaları da onu görüp kontrol edebilecektir. Böylelikle, tüm insanlık için “keyfîliğe müsaade etmeyen” bir ilim binası, bir yandan muhafaza edilebilecek, bir yandan da sürekli kat ilâvesiyle zenginleşebilecektir. Kuşkusuz tam da bunun için, hem başkalarının hem kendisinin “sürekli yazması” gerekecektir.
Üstelik, belli bir “ortak” literatür ve disiplin dahilinde ilmî çalışmaların yazılıp eserleştirilmesi, sadece “dayanışma” ifadesi olmakla kalmayacaktır. Binyılların birikimi üzerinde yükselen ve artık “mikro alanlar”da yoğunlaşan bugünkü uçsuz bucaksız uzmanlaşmanın labirentlerinde kaybolmayı da önleyecektir bu. Yanısıra, dünyanın her köşesinde her gün yeni çalışmalara imza atan ilim adamlarının aynı konuyu aynı şekilde araştırması tarzında bir emek ve vakit kaybına da mâni olacaktır.
Özetle, bu “ortak havuz”dan herkes kendine lâzım olanı alacak, nâfile tekrarlara düşmeksizin, başkasının eksik bıraktığını tamamlamaya yahud yanlış yaptığını düzeltmeye çalışacaktır. İlimdeki bu usûl prensibini, “yeniden üretilebilirlik” kavramını kullanarak vurguluyor Day:
– «Ne muslukçunun borular hakkında yazması, ne de avukatın olaylar hakkında (kısa anlatımlar hariç) yazması gerekir. Fakat ilmî araştırmanın, belki de meslekler arasında tek olarak; ne yapıldığını, nasıl yapıldığını ve ondan neler öğrenildiğini gösteren YAZILI BELGE temin etmesi gereklidir. Anahtar kelime, YENİDEN ÜRETİLEBİLİRLİKTİR.
Böylece, ilmî araştırmacı sadece ilim yapmakla kalmamalı, aynı zamanda ilmi yazmalıdır.» (Day, 2000: XV, vurgular bize âid)
Şu âna kadar ifade etmeye ve misâllendirmeye çalıştığımız hususlar, -“edebiyat”ın da yazmayı gerektiren ancak “ayrıca” ele alınması gereken bir diğer saha olduğunu unutmayarak-, “ilim”le iştigal etmekle “yazı”yla iştigal etmenin birbirine paralel bir süreç olduğunu açıkça gösteriyor.
Peki ama “ilim” dairesinde yazmaktan kasıd nedir: Makale mi yazılmalıdır, kitab mı, yoksa her ikisi de mi?
2. Makale mi, Kitab mı?
“İlim erbâbı”na işaret etmek üzere, ilgili oldukları sahaların belli nüanslarla birbirinden ayrılan farklılığını da hatırlatır tarzda, kimi farklı tâbirler kullanırız: Fikir adamı, ilim adamı, bilim adamı veya araştırmacı… Biz çalışmamız boyunca bazen birini bazen diğerini tercih etsek dahi, tümünü “ilim erbâbı” şemsiyesi altında birleştirici bir kavramlandırmayı kasdetmiş olacağız. İktibas ettiğimiz metinlerde de aynı şekilde bazen o bazen öbürü kullanılsa dahi, yine tümünün “ilim erbâbı” kavramlandırması altında değerlendirilmesini arzu edeceğiz.
Bu lüzumlu gördüğümüz izahattan sonra devam edersek, geçmişte “ilim erbâbı” için “kitab” yazmak ve bastırmak, tartışmasız biçimde esastı diyebiliriz. Ne var ki bugün, “hakemli” ilmî dergilerde “araştırma makalesi” yayınlatmanın belli ilim çevrelerinde kitabın bir adım önüne geçtiğini görüyoruz. Meselâ, bu görüşü savunanlardan Nobel ödüllü ilim adamı P. B. Medawar, Genç Bilimadamına Öğütler adlı eserinde, “ilmî araştırma, sonuçları açıklanmadan önce bitmiş sayılmaz. Bilimciler için yayın, araştırmalarını KİTAB hâlinde yayınlayan hümanistlerin tersine, iyi bir İLMÎ DERGİYE ‘TEBLİĞ’ VERMEK demektir.” diyor. (Medawar, 2005: 70, vurgular bize âid)
Belli bazı ilim sahaları yahud ilim işbölümündeki kimi mevkîler, bilhassa “teknik” sahadakiler için geçerli bir tesbit olabilir bu. Lâkin, kendi sahasında değerli bir ilim adamı olan Medawar gibi düşünmüyor herkes. Çünkü “kitab yoksa”, Barbara W. Tuchman’ın ifadesiyle, “tarih sessiz, edebiyat boş, ilim felce uğramış, düşünce ve fikir üretimi durmuştur.” Bu yüzdendir ki, bizim de “dünya görüşümüz” zâviyesinden taraftarı olduğumuz “kitab şartı”nın altını çiziyor Robert A. Day ve kendisi de “hakemli” bir ilmî derginin uzun yıllar editörlüğünü yapmasına rağmen, makalenin kifâyetsizliği ve kitabın kuşatıcılığı bâbında şunları söylüyor:
– «Kitablar bütün mesleklerde önemlidir. Fakat ilimde özellikle önemlidir. Çünkü ilmî haberleşmenin ana birimi olan olan temel araştırma makalesi, kısa (birçok alanda tipik olarak beş veya sekiz basılı sayfa) ve dar bir konudadır. Bu sebeble; ilmin önemli bir dalına GENEL BİR BAKIŞ vermek için, ilmî kitabların yazarları, bir alanda açıklanan bilgileri SENTEZLE yeniden düzenleyerek daha anlamlı ve daha geniş bir paket hâline getirirler. Diğer bir deyimle, yeni ilmî bilgiler, daha geniş bir kapsam vermek için, ayıklanıp parçaları elenerek anlamlı bir hâle getirilir.» (Day, 2000: 105)
Elbette “kitab şartı”, makale yazmamak demek değildir. Zaten kitaba giden yolun geçtiği “zorunlu duraklar” kıymet ve niteliğindedir her bir makale. Şöyle ki, yeni veya genç bir araştırmacı, başlangıçta hemen kitab yazamayacak, sadece “parça mevzu”lar üzerinde yoğunlaşmanın ifadesi makaleler verebilecektir. Fakat incelediği mevzu üzerindeki araştırmaları ilerlediğinde, artık yalnızca “parça mevzu”lar üzerinde değil, “mevzu bütünü” üzerinde de görüş hâkimiyeti sağlayacaktır.
İşte bu safhadan sonra araştırmacı, zihninde iyice billurlaşan “mevzu bütünü”nü makalelerdeki gibi yalnızca “parça mevzu”lar ve sınırlı perspektifler vesilesiyle ele almakla kalmayacak, mevzuunu “birçok yönden” değerlendirebilme, teferruata hükmedebilme, gereken her yerde fikrini delillendirebilme, mevzuuna kuşatıcı bir yükseklikten bakabilme ve diğer sahalarla münasebetlerini gösterebilme gücünün ifadesi KİTABA yönelecektir. Böylesi hâkim bir mevkîden bakabilen bir araştırmacı, elbette bundan sonra da gerektiğinde makaleler yahud yeni eserler verecektir. Öyleyse mesele “makale mi, kitab mı” zıdlığı çerçevesinde değil, MAKALEDEN KİTABA UZANAN BİR TEKÂMÜL seyrinde ele alınmak durumundadır.
Burada kasdedilen “kitab”, farklı malzemelerin bir derlemesi veya farklı makalelerin bir demeti değil, başı, sonu ve gövdesiyle sımsıkı “bütünleşmiş” bir KOMPOZİSYONDUR. Bu bakımdan kitabın, sağlam bir makale “terkib”inin hacimce büyütülmüş ve mevzuunu tam anlamıyla kuşatmış hâli olduğu bile söylenebilir. O hâlde dikkat edilmesi ve karıştırılmaması gereken incelik, bizce şudur: Derlemelerin veya seçme makalelerin basılmasıyla ortaya çıkan yayınların yalnızca “adı” veya “kalıbı” kitabtır; keyfiyeti itibariyle “hakiki” birer kitab sayılmaz çünkü bunlar.
Bir diğer incelik olarak da şu ilâve edilebilir: Makaleden bir nebze “geçicilik” havası tüterken, hakiki bir kitabta “kalıcılık” esastır. Biraz yakından bakıldığında farkedilecektir ki, kitab makaleden yalnız hacimce büyüklüğü itibariyle ayrılmaz, asıl iki kapak arasında hıfzettiği keyfiyet yükünü, fikrin böylesi bir derinlik ve genişliğini “kalıcılaştırması” hasebiyle temâyüz eder. Bu şekilde bilinmek ve kıymetlendirilmek üzere, işte bizim “dünya görüşümüz” nezdindeki ve -bu satırların yazarı başta olmak üzere- hepimizin hikmetinden pay alması gereken yükseklikteki “hakiki” kitab; Üstad Necib Fazıl’ın kaleminden takdim ediyoruz:
– «Yeni bir görüş ve duyuş mimarîsinin toprak üstünde sarayını kuracak tek vasıta, kitap…
İnsanlık, kitabın mukaddes vasıta olmak haysiyetini dinlerden öğrendi. Bugüne kadar da hiç unutulmadı.
Kitap mefhumunun bir ucunda Allah, öbür ucunda da sonsuzluk var. İnsan oğlunun ebedlerce fethede ede bitiremiyeceği sonsuzluk…
Bu yüzden yarına gebe kahramanlar, kitaplık cehde, kitaplık çapa, kitaplık yapıya, hakikî oluşun temel şartı göziyle bakarlar. Onlarca kitap, yarını nişanlıyacak ses güllesinin biricik mancınığı…
***
Kitap dışında, gündelik yazı, çerden çöpten konuşma gibi, bazı kolay ve ucuz âletler de vardır ki, mancınığa nisbetle, köy çocuklarının serçelere taş attığı çatal sapanları andırır. Bir günün sabahında avladıkları sesi, ancak akşamına ulaştırabilirler.
Bu âletlerin vazifesi, cıgara paketlerinin arkasındaki kısa adresler halinde, dinamizmalı çıkış başları kurmak ve kitaplık hamlelere muhit hazırlamaktır. Yoksa, içinde dört mevsimin kaynaştığı hiç bir sistem örgüsü, bu günübirlik âletlere vergi olamaz.
***
Her “ulvî”nin zıddı, aynı boyda bir “süflî” değil mi?.. Kitaplık dâvaları günübirlik karalamalar ve hafif sohbetler içinde can çekiştirmek de, cücelerin kârı…
Göksu sefası için yapılmış sandalla açık denize geçilmez. Onun içindir ki, böyle bir sandalda, büyük vapur süvarilerinin kılık ve edasına bürünmüş bir kayıkçı, bizi katıla katıla güldürür.
***
Kitap yazamıyoruz!..
Kitabın ana şartı olan keyfiyet yükünden vazgeçtik; kemmiyet ağırlığını yüklenebilsek, yarı yolu aşmış oluruz.
Ciğerlerimizde, kitap kadrosunu üfliyecek havaya yer yok. Bütün fikir pazarımız, kolayca şişen ve kendi kendisine öten düdüklü balon yaygaralariyle dolu…
***
Filânı mütefekkir, falanı şair, fişmekânı da münekkit tanırız. Mütefekkirin faraza 10 cilt eseri vardır. Hepsi de bir zamanların (Paris)inde oturan efendisi filozoftan tercüme… Geriye bir kaç makalesiyle bir kaç sohbeti kalır.
Ellisine merdiven dayayan şair, yalnız 50 mısra yazmışsa, (Greta Garbo)varî esrar peçesini yüzünden düşürmemek ve zamana hedef kurmamak içindir.
Sınıfta yoklama yaparcasına (mevcut – namevcut..) diye sanatkâr yoklaması yapan münekkit, bütün selâhiyetini, beş buçuk lâübalî satırla, üç buçuk aşağılık nükteye borçludur.
Buna rağmen mütefekkir, kendini yeni bir dünya görüşüne; şair, yeni bir ses cevherine; münekkit de, bir tenkit ölçüsüne sahip kabul eder.
Bir günlük beylik beyliktir derler. Saydığım zavallılar da, günlük kadronun fanî, fakat müteselli küçük beyleri…
***
Tanzimat’tan beri soruyoruz;
– Olmuyor, olmuyor; acaba niçin?
Meseleyi daima keyfiyet cephesinden ele alıyor, daima terkibi bizce meçhul bir keyfiyet eksikliği vehmediyoruz. Haklıyız; bir şey yalnız keyfiyetiyle var veya yoktur.
Fakat bence ve bize nisbetle bu, doğru bir usul değil…
Henüz kemmiyet yokuşunu sökememiş bir hamlenin, keyfiyet ufku üzerinde olması düşünülemez bile…
Keyfiyet tecellisini iki merhalede tamamlıyan bir sır:
Evvelâ kemmiyet ihtiyacını meydana getirir, her cismin fezadaki mekân ihtiyacı gibi, boşlukta yer işgal etme hassasına erer, ondan sonra kendisini ifadeye geçer.
(Radyom) madeninin bile, hiç değilse binde bir miligramlık bir külçesi olmalı ki, bir ifadesi ve tesiri bulunsun.
Tahayyüz hassası olmıyan, mekân işgal etmiyen maddenin ne kendisi vardır, ne de herhangi bir vasfı…
Madenleri teneke olduğu halde (radyom) taklidi yapan bu namevcutlara bildirmelidir ki, (radyom)un (radyom) olarak varlığı derecesinde var olmıya karar veren insan, cilt cilt fikir ve şiir mayalaştırmaya mecburdur.
(Radyom)u ve kesafet sırrını yaratan Allah bile kitaplık söz kadrosu içinde konuştu; kitaplık söz kadrosunu yarattı.
Sahtekârlığa metelik vermeyiniz!
Kitaplık hacmi olmayan mütefekkir, şair ve münekkit; riyazî bir kat’iyetle namevcuttur.
Binalaştıramadığı (sentez)in mütefekkirinden, örgüleştiremediği şiirin şairinden, ölçüleştiremediği tenkidin münekkidinden iğreniyorum!
Âlet ve iş diye iki şey tanıyoruz.
Âletin hakkı verilmezse iş öksüz kalır.
Ne diye mevhum bir takım iş nazariyeleri kuruyoruz? İşte mevhum olmayan hakikat:
Âleti kullanmaktan, âleti işletmekten âciziz!
Âleti işletmeğe savaşmayışımızın ve nefsimize boyuna mühlet verişimizin de hilesi açık:
Böyle bir işe kalkıştığımız ânda, bütün kifayetsizlik ve ayıbımız, suyu çekilmiş yosunlu havuz dibi gibi meydana çıkacaktır.
Bir miskal davul tozu ve bir miskal minare gölgesi peşinde gezercesine aradığımız ve bulamadığımız keyfiyet tılsımı, ona karşı istidatsızlığımız kadar, âletine gösterdiğimiz saygısızlık yüzünden ele geçmiyor.
***
Her birinin kitabı halinde arıdan bal, inekten süt, koyundan yün istiyoruz da; mütefekkir, şair, münekkit makamlarına kurulmuş sahtekârlardan kitap istemiyoruz.
***
Tavuk mu yumurtadan çıktı, yumurta mı tavuktan?
Aynı sualin daha çetini var!
İnsan mı kitaptan doğdu; kitap mı insandan?
Kitap yazın, kitap!» (Necib Fazıl, 1989: 31-34)
Yüzüne tutulan aynada ayıbını farketmişlerin duyduğu bir mahcubiyetle bu satırları okuduktan sonra soralım: “Kitab gibi bir kitab” nasıl yazılır?
Bu soruya verilebilecek muhtemel cevablardan biri, daha önce de kısaca çerçevelemeye çalıştığımız üzere, “kitab”ın ne olduğunu daha en başından iyice billurlaştırmaktır bizce.
Ehemmiyetine binâen tekrarlayalım: KİTAB, farklı malzemelerin bir derlemesi veya farklı makalelerin bir demeti değil, başı, sonu ve gövdesiyle sımsıkı “bütünleşmiş” bir kompozisyondur. Bu bakımdan kitabın, sağlam bir makale “terkib”inin hacimce büyütülmüş ve mevzuunu tam anlamıyla kuşatmış hâli olduğu bile söylenebilir.
Peki “sağlam bir makale” nedir?
Bir MAKALE, her ne kadar çoğunlukla “parça mevzu”lara eğiliyor ve mevzuunu bir kitabta olduğu gibi “çok yönlü, çok geniş ve çok derinlikli” biçimde işlemiyorsa dahi, neticede kitabın küçük bir nüshası gibidir. Yâni bir makale de, başı, sonu ve gövdesiyle sımsıkı “bütünleşmiş” bir KOMPOZİSYONDUR.
Öyleyse, hatırda daha kolay kalması gâyesiyle, kabaca şu formülü öne sürebiliriz: Kitab, büyük bir makale; makale, küçük bir kitab meâlincedir.
Sonuç olarak, “kitab gibi bir kitab” yazabilmek için, öncelikle “makale gibi bir makale” yazma becerisi gerekir.
Okumakta olduğunuz çalışmamızın birinci bölümünde şöyle demiştik:
– «Yaptığımız çalışma, bir yazarın, ister dergimiz Akademya’ya isterse bir başka dergiye yazsın, herhangi bir yazı kaleme alırken nelere dikkat etmesi gerektiğini göstermeye çalışacağı kadar, kaleme alınacak bu yazıların bir dergide yayınlanmasının nelere bağlı olduğunu, yâni editörlerin nelere dikkat ettiğini de -elden geldiğince teferruatlı olarak- sergilemeye çalışacak.»
Evet, bu çalışma, temel mevzuu itibariyle “bir dergi makalesi nasıl yazılır?” sorusuna elden geldiğince kapsamlı bir cevab arayışının neticesidir. Ancak yine bu çalışma, -madem kitab yazmak öncelikle “sağlam” bir makale yazmaktan geçiyor-, diyebiliriz ki, “bir kitab nasıl yazılır?” sorusuna da kendi çapında mütevazı bir cevab verici ve hepsini olmasa bile kitab yazmanın bir kısım ipuçlarını takdim edici olacaktır.
Bu vesileyle paylaşma ihtiyacı duyduğumuz canlı bir örnek, bu çalışmanın yazılması macerasıdır. “Bir makale nasıl yazılır?” konulu belki 15-20 sayfalık bir “dergi makalesi” kaleme almak üzere başladığımız bu çalışma, ilgili mevzulara temas etme mecburiyeti sebebiyle gittikçe genişlemiş, hâlâ genişlemekte ve muhtemelen daha da genişleyecektir. Yazarı için de sürpriz olucu tarzda, kitablık bir hacim kazanmaya doğru gitmektedir. Oysa bu çalışmayı kaleme alırken temas ettiğimiz her husus, genel olarak, ilk başta tesbit ettiğimiz bir “makale plânı” ve bu plânda mevcud “bölüm başlıkları”, aynı şekilde, yine her bölümde mevcud “ara başlıklar” çizgisinde seyretmektedir.
Toparlarsak ve önemi sebebiyle tekrarlarsak, kitab yazabilmek için öncelikle makale yazabilmek şarttır. Buna ilâve edilmesi gereken ve peşisıra gelen husus ise şudur: Bir makale yazabilmek için de, öncelikle “yazmak” üzerine yeterli bir malûmat ve sadece malûmatta kalmayıcı “pratik” bir beceri gerekir. Dilerseniz biraz daha yakından bakalım.
Bir yazar namzedi eline kalemi alıp bu istikamette ilk denemelerini yazmaya davrandığında hemen farkedecektir ki, “yazmak”, eşin dostun yanında konuşmak tarzında tabiî ve nisbeten kolay bir iş olmadığı gibi, “konuştuğu gibi yazmak” da –tâbiri câizse- belki yalnızca bir “şehir efsânesi”dir. Bu noktada, J. Barzun ve H. F. Graff’a kulak verelim:
– «Konuştuğumuz gibi basit yazmayı tercih ediyoruz yahud buna inanmak istiyoruz. Ancak görünmek istediğimiz kadar basit ve sâde değiliz ve istesek bile “konuştuğumuz gibi yazma” öğüdünü tutamayacağımız da gerçek.
Yazılı biçimde, konuşmayı aynen kullanmamızı engelleyen faktör, konuşmada ses, vurgu, yüz ifadesi ve tavırların, konuşma üslûbundaki yetersizlikleri tamamlayarak, anlama katkıda bulunmasıdır. (…)
Bu, konuşurken kelimelerimizi önem açısından her zaman doğru yerleştirdiğimiz anlamına gelmez; fakat DOĞRU SESLENDİRİRİZ ve böylece ritm tabiî olur. “Hepsi iyi – zannımca” denebilir. Aynı anlamı yazılı olarak vermek istediğimizde “zannımca hepsi iyi” deriz.» (Barzun ve Graff, 2004: 224-225, 232, vurgu bize âid)
Çalışmamızın “Dört Dil Kabiliyeti ve Biçim” başlıklı kısmında dile getirmeye çalıştığımız husus da zaten bu çerçevedeydi. Hatırlarsak:
– «Her insanda “ortak” olan bellibaşlı dil potansiyelleri, diğer bir deyişle, biraz gayretle geliştirilip melekeleştirilebilecek ve nihayet “kabiliyet” vasfını kazanacak birtakım “ortak” istidatlar vardır. Umumiyetle dört sınıfta mütalâa edilirler: KONUŞMAK, DİNLEMEK, YAZMAK ve OKUMAK.
Bu dört “kabiliyet”, yâni “işlenmiş ve geliştirilmiş istidat”, meşhur İtalyan estetikçi Benedetto Croce‘nin tasnifiyle, şuurun “deha” ve “takdir” ritimlerine delâlet etmektedir diyebiliriz.
“DEHA” dairesinde olanları, gerçekte İFADE dairesinde olanlar olarak, “konuşmak” ve “yazmak” şeklinde tesbit edebiliriz. Konuşmak “sesle ifade” iken, yazmak “yazıyla ifade”dir. Birincisi, “şifahî-dudakla” ifade, ikincisi “kitabî-yazarak” ifadedir. Neticede her ikisi de “ifade” etmedir ve ikincisi (yâni, yazmak), birincisinin (yâni, konuşmak) doğrudan bedene âit bir organla iktifâ etmeksizin sunî bir âlet [kalem, daktilo, klavye vs.] kullanılarak geliştirilmiş şeklidir. Bir diğer deyişle, konuşmak doğrudan ve tabiî bir faaliyetken, yazmak bir “enstrüman-âlet” kullanmak gibidir ve sunî her âletin kullanımında olduğu gibi “usûlünce” öğrenilmesi gerekir.
“TAKDİR” dairesinde olanlarıysa, gerçekte ANLAMA dairesinde olanlar olarak, “dinlemek” ve “okumak” şeklinde tesbit edebiliriz. Dinlemek, “sesten anlama” iken, ikincisi “yazıdan anlama”dır. Birincisi “kulakla” anlama, ikincisi “gözle” anlamadır. Neticede her ikisi de “anlama”dır ve ikincisi (yâni, okumak), birincisinin (yâni, dinlemek) sunî harf veya şekiller kullanılarak geliştirilmiş şeklidir. Ne var ki, dinlemek doğrudan ve tabiî bir faaliyetken, okumak bir “enstrüman-âlet” kullanmak gibidir ve sunî her âletin kullanımında olduğu gibi “usûlünce” öğrenilmesi gerekir.»
Bundan çıkan bir ders de şu olmaktadır ki, “konuştuğumuz gibi” yazamasak da, yüzyüze konuşmadaki “ses tonu, jest ve mimikler” gibi avantajlardan mahrum olduğumuz “yazma” işinde, bu “eksik”leri başka yollarla telâfi edebiliriz, yâni “usûlünce” yazabiliriz. İşte bunun için de, yüzyüze konuşarak anlaşmada sözlerimize eşlik eden ve anlaşmamızda bize yardımcı olan “ses tonu, jest ve mimikler” gibi unsurların yerini alacak tarzda, bu kez yazı plânı, noktalama işaretleri, kelimelerin en anlaşılır biçimde sıralanması, okuyucunun konuyu tam anlamıyla tasavvurunu kolaylaştıracak ifadelerin seçimi gibi “ek” düzenlemeler yaparız.
Mütefekkir Mirzabeyoğlu, Marifetname adlı başucu eserinde şöyle der:
– «Konferans, bir insanı hazır bir insan hâline getirir. Yazma da bir insanı tam bir adam yapar.» (Mirzabeyoğlu, 2007: 43)
Bu tesbitten bir pay hâlinde ifade etmek gerekirse, belli bir konuya hâkim bir insanın o konuyu “konferans” hâlinde ve “ses tonu, jest ve mimikler”iyle destekleyerek nisbeten tabiî biçimde sunmasıyla, aynı konuyu “usûlünce” öğrenilmesi ve tatbik edilmesi gereken “yazı”yla sunması arasında büyük bir fark vardır. İkincisi (yazmak), birincisinin “doğrudan bedene âit bir organla iktifâ etmeksizin sunî bir âlet [kalem, daktilo, klavye vs.] kullanılarak geliştirilmiş şeklidir”. Üstelik, kendine has esas, usûl ve kuralları vardır ki, çalışmamız baştanbaşa buna dâir.
Yukarıda Üstad’dan iktibas ettiğimiz “kitab şartı”nı çerçeveleyici metinde geçen çok önemli bir “usûl bahsi”nin altını çizerek bu kısmı nihâyetlendirmek istiyoruz. Şöyle: İster başlangıçta veya gerektiğinde “makale”, isterse ve asıl önemlisi “kitab” yazmak isteyelim, bize düşen belki ilk işin, “kitab şartı”na tüm kalbimizle inanmak ve bu yolda canımızı dişimize takarak “gayret” göstermek olduğu ortaya çıkıyor. “Gayret”in olmadığı yerde, değil kitab veya makale, iki satırlık bir notu yazmaktan bile âciz kalacağımız âşikâr. Üstad’ın bu bâbta söylediklerini hatırlayalım:
– «Tanzimat’tan beri soruyoruz;
– Olmuyor, olmuyor; acaba niçin?
Meseleyi daima keyfiyet cephesinden ele alıyor, daima terkibi bizce meçhul bir keyfiyet eksikliği vehmediyoruz. Haklıyız; bir şey yalnız keyfiyetiyle var veya yoktur.
Fakat bence ve bize nisbetle bu, doğru bir usul değil…
Henüz kemmiyet yokuşunu sökememiş bir hamlenin, keyfiyet ufku üzerinde olması düşünülemez bile… (…)
Âlet ve iş diye iki şey tanıyoruz.
Âletin hakkı verilmezse iş öksüz kalır.
Ne diye mevhum bir takım iş nazariyeleri kuruyoruz? İşte mevhum olmayan hakikat:
Âleti kullanmaktan, âleti işletmekten âciziz!
Âleti işletmeğe savaşmayışımızın ve nefsimize boyuna mühlet verişimizin de hilesi açık:
Böyle bir işe kalkıştığımız ânda, bütün kifayetsizlik ve ayıbımız, suyu çekilmiş yosunlu havuz dibi gibi meydana çıkacaktır.
Bir miskal davul tozu ve bir miskal minare gölgesi peşinde gezercesine aradığımız ve bulamadığımız keyfiyet tılsımı, ona karşı istidatsızlığımız kadar, âletine gösterdiğimiz saygısızlık yüzünden ele geçmiyor.»
O hâlde, öncelikle “kitab şartı”na inanalım, “ilim ve edebiyat” dairesinde gördüğümüz herkesten en başta bunu isteyelim, haklı-haksız mazeretleri hoşgörmek yerine “gayret” taleb edelim ve hepimiz hep birlikte “kitab”a saygı duyalım. Herkes “ilim ve edebiyat” dairesinde çabalarını yoğunlaştırmakla mükellef değil şübhesiz. Ancak, şayet kişi “ilim ve edebiyat” dairesinde bulunduğunu ifade ediyorsa, girdiği yolun sonunda ardarda “kitab” yazmakla, yine kitaba giden yolda ardarda “makale” yazmakla mükellef olacaktır.
KAYNAKLAR
BARZUN, Jacques – GRAFF, Henry F. (2004), Modern Araştırmacı, Trc: Fatoş Dilber, 14. Basım, TÜBİTAK, Ankara.
DAY, Robert A. (2000), Bilimsel Bir Makale Nasıl Yazılır ve Yayımlanır?, Trc: Gülay Aşkar Altay, 4. Basım, TÜBİTAK, Ankara (www.tubitak.gov.tr’den PDF nüshası).
MEDAWAR, P. B. (2005), Genç Bilimadamına Öğütler, Trc: Nermin Arık, 24. Basım, TÜBİTAK, Ankara.
MİRZABEYOĞLU, Salih (2007), Marifetname –Süzgeç ve Şekil-, 2. Basım, İBDA Yayınları, İstanbul.
NECİB FAZIL (1989), Allah Kulundan Dinlediklerim, 3. Basım, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul.
Kaynak: Akademya Dergisi, II. Dönem, Sayı 2, Eylül-Aralık 2011, s. 280-292